Beşer hafızası nisyan ile malul olduğu için topluma, ülkeye ve millet zarar verenleri de kahramanları da çabuk unutuyoruz. Bu unutkanlık yaşadığımız bu dönemin önemli toplumsal bir hastalığıdır. Bu hastalık siyasi hayatımıza bulaştığında ülke topyekün bir tehlike ile karşı karşıya kalıyor.

Nitekim bunu 90 yıllık Cumhuriyet tarihimizde defalarca gördük. 1980 darbe öncesi Türkiyesi'ni ve o dönem siyasetini 35 yaşın altındakiler bilmezler. 1990'lı yılların Türkiyesi de, o dönemin siyaseti de 2002'ye kadar farklı değildi, ancak üniversiteli gençler ve akranları bu dönemi de bilmezler. Belki bazıları büyüklerinden dinlemiş, biryerlerde okumuşlardır ancak, o dönemleri yaşamadıkları için hissetmeleri, anlamaları kolay değildir.

Mesela çoğumuz Mayıs 1960 ihtilalini yaşamadık ve Mart 1971 muhtırasını hatırlamıyoruz. Hiçbirimiz kurtuluş savaşını da yaşamadık, Anadoluyu nasıl yurt edindiğimizi de hissetmedik, İstanbul surlarına dayanan, Konstantine'yi feth etmeye çalışan binlerce askerin onlarca seferini de görmedik. Sadece dedelerimizin-ninelerimizin dilinden hikayeler olark dinledik, ne kadarı doğru bilmediğimiz tarih kitaplarında okuduk.

İçinde yaşadığı denizin kıymetini bilmeyen balık gibi, sanırım biz de sahibi olduğumuz bu memleketin kıymetini bilmiyoruz. Atalarımız bu toprakları nasıl yurt edindi, hangi entrikalar, hangi açıkve gizli saldırılar karşısında yine hangi zorluklarla bin yıldır Anadolu'yu elde tuttular, hatırlamak gerekir. Malazgirt savaşından kurtuluş savaşına, 27 Mayıs gece yarısı baskınından 28 Şubat post-modern darbesine kadar vuku bulan hadiseleri milletçe hatırlamamız gerekir.

Siyasilerimiz 1980 öncesi yıllarca rakiplerini düşman olarak gördü. Bu nedenle politikalarını askeri stratejiler gibi ya savunma ya da saldırma üzerine inşa ettiler. Gergin bir ortamda siyaset yapmayı, birbirlerine iftira ve hakaret etmeyi, birinin diğerini küçük düşürmeyi siyasetin gereği sandılar. Rakibi yıpratmak, kırıcı, yıkıcı, kaba dil, yalan ve çarpıtma siyasetin sermayesi haline geldi. Netice malum; Eylül 1980 darbesi ve onun ürünü olan şimdiki Anayasa.

1990'larda aynı basiretsizlik, siyasi beceriksizlik ve sonuç; 1994 ve 2001 ekonomik ve siyasi krizler, şimdi hapiste olan generaller tarafından etkisi 1000 yıl süreceği söylenen 28 Şubat 1997 hükümeti değiştirme darbesi ve toplumsal travmalar.

Bu milenyum, yeni yüzyıl başı Türkiye için bir dönüm noktası oldu. Türkiye yeni bir siyasi anlayış, yeni bir parti ile son on yıldır koalisyonsuz yoluna devam ederken, 30 yıldır devam eden terrör belasından kurtulmuşken ve ülke rahat bir nefes almaya başlamışken siyasetin dili yeniden gerildi. Üslup sertleşti, hakaretler, iftiralar, terbiye sınırlarını aşan sözler siyaset zemininde dolaşmaya başladı. 8 ay sonra yapılacak yerel seçimler bahane edilerek şimdiden karşılıklı miting yarışları yapılıyor. Mitinglerde kelle sayılmaya başladı, kimin mitingine daha çok katılım olursa o kendini başarılı sayıyor.

Medeni toplumlarda öyle her fırsatta sokaklara ve miting alanlarına milyonlar dökülüp gövde gösterisi yapılmaz. Yuzbinlerce insan işini bırakarak saatlerce meydanlara, yollara dökülüp tirafigi tıkamazlar, zaman ve kaynak israfına sebep olmazlar. Seçim zamanı vatandaşın karar verme zamanıdır. Dört yılda bir yerel ve genel seçimler, beş yılda bir Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılacak. Hızlı değişen çağdaş bir toplum için bu uzun bir zaman ise seçimler 3 yıla indirilebilir.
İşletmelerde olduğu gibi ülkeler de başarılı liderlerle hedeflerine ulaşabilir. Siyasiler ve liderler birbirleri ile didişir, kısa vadeli siyasi menfaatler yüzünden birbirlerine karşı saygı sınırlarını ihlal ederlerse ülke zarar görür. Ülkenin kısa ve uzun vadeli hedeflerine ulaşması, kardeşlik ve huzur ortamının sağlanması için, toplumun tüm kesimlerinin, özellikle de siyasilerin sözlerine tutum ve tavırlarına dikkat etmeleri gerekir. Mirasyedi haylaz çocuklar gibi ülkenin bekasını tehlikeye atmaya hakkımız yoktur.

*Dr., Cameron Üniv. ve İpek Üniv. Öğr. Üyesi